“Bir ülke düşünün…” diye
başlayan bir cümlenin devamıdır bu metinde yazılanların tümü.
Bir ülkenin
kaderini yazabilmek te keşke şu bilgisayarın karşısına geçip aklımdan geçenleri
yazabilmek için sadece parmaklarımı klavyenin üzerinde hareket ettirmek kadar
kolay olabilseydi.
Ülkelerin kaderini
değiştirebilecek sihirli kelime “Biyoteknoloji”dir. Sanayi ve endüstri
anlamında daha emeklemeye başlayan ya da bunu bile başaramayan ülkeler için bu
kelime armağan niteliğindedir. Tarihi ekmek, şarap, peynir üretimine bağlı
olarak ilkçağlara kadar uzanan Biyoteknoloji 20. yüzyılın ikinci yarısında
Moleküler Biyolojide sağlanan hızlı gelişmelere paralel şekilde çok önemli
ilerlemeler kaydetmektedir. Günümüzde enerjiden tarıma, sağlıktan çevre kirlenmesiyle
mücadeleye, kozmetik sanayiden madenciliğe, savunmaya kadar birçok alanda
Biyoteknoloji yaygın şekilde kullanılmaktadır.
Son yıllarda, önce bilim dünyasında daha
sonrada kamoyunda Biyoteknoloji alanına dair gelişmeler devrim niteliğinde
olmuştur. 20. yüzyılın son yıllarında Genom projesinin tamamlanması bu devrimi
hızlandırmıştır. Genom dışında, Biyoteknoloji alanında pek çok önemli
gelişmelere tanıklık etmekteyiz. Sağlık alanında, kök hücreler,
Bio-nanoteknoloji, terapötik proteinler, peptidler ve doğal ürünler ile ilgili
çalışmalar ile yeni imkânlar yaratılmaya çalışılmaktadır.
Bu armağanının doğurduğu fırsatlar gelişmekte
olan bazı ülkeler tarafından fark edilmiştir. Örneğin Küba ve Güney Kore gibi
ülkelerde terapötiklerin üretimi başarılmıştır. Ülkemizde ise bildiğimiz üzere
bu konuda yapılan sınırlı sayıda akademik çalışma ve bunların endüstriye
entegre edilememesi yüzünden bu yarışta, yarış diyorum ki öle de başlama
çizgisinin gerisinde kalanların daha önce başkaları tarafından koşulmuş bir
pistte koşup rekor kırması anlamsızdır, şu an yer alamamıştır. Bu nedenle
Türkiye 20.yüzyılda Biyoteknoloji alanında birçok fırsattı elinden kaçırmıştır.
Türkiye’deki
biyoteknoloji şirketleri 2000 yılı TÜSİAD raporuna göre 50 iken, 2005 yılında
bu sayı 90’a ulaştı. TÜSİAD’ın 2006 raporunda bu gelişimi “Ülkemizde ciddi bir
artış olduğunu görülmektedir, ama bu sayı hâlâ çok küçük bir biyoteknoloji
kümeleşmesine işaret ediyor.
Bir karşılaştırma yapılırsa,70 milyonluk Türkiye’de firma sayısı 100’den
az iken, 5 milyonluk Finlandiya’da aynı rakam 68’dir.”şeklinde
değerlendirmiştir. Daha çarpıcı bir örnek vererek bu durumun ciddiyetini daha
anlamak istersek; Küresel biyoteknoloji
sektörünün toplam cirosu, 30 yıllık tarihi boyunca ilk defa 2005 yılında 60 Milyar ABD Doları’nı geçmiştir. Bu rakam 1996 yılındaki 9,1 Milyar ABD Doları
ciro ile karşılaştırıldığında, sektörün büyüme hızının ne kadar fazla olduğu
anlaşılmaktadır. Bu hızlı büyüme, 2005 yılında gerçekleşen satışların
yüksekliği, ortaya çıkan yeni ürünlerin başarıları ve şirket birleşmeleri ile
açıklanmaktadır.
21. yüzyılda da önüne çıkan benzer fırsatları
kullanamaması durumunda, Biyoteknoloji gelişmelere sadece seyirci olarak
kalacağımız ve ihtiyaçlarımız doğrultusunda cebimizden yüklüce başka milletlere
para akıtacağımız bir alan olabilir. Bu ürkütücü nihai durumdan kaçış için ülke
olarak neler yapabiliriz bunları tartışmak, aslında sözde kalan hiç bir şey
beni mutlu etmez somut sonuçlar mutlaktır, Biyoteknoloji endüstrisinin tıkır
tıkır işlediği bir ülke modeli çizmek için neler yapılabilir bundan bahsedelim.
Modern biyoteknolojinin ülkemizde gelişmesi
ve toplumsal refaha katkı sağlaması ancak, moleküler biyolojide araştırma
gücünün gelişmesi ve sanayiye uygulanabilir sonuçların elde edilmesiyle mümkündür.
Bunun için aslında beş, altı kelimenin yapılabilirliği gereklidir: İnovasyon,
işbirliği, altyapı, yetenek, yatırım ve büyüme için kapital. Bu kelimeler
üzerinde konuşmak gereklidir, sadece konuşmak, yazmak, okumak yetmez
kollarımızı sıvayıp işin ucundan tutmak gereklidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder